Bir yalnızlık hikayesi
Pazar sabahı geç kalkmış olmanın yarattığı mahmurluğa, üstüne üstlük, evin içine çökmüş olan karanlık, loş ve insanın kemiklerine yapışan soğuk hava da eklenince sırtının ağrıdığını hissederek yerinden yavaşça doğruldu.. “Camın arkasından gökyüzünün griliği çok rahatsız edici gibi görünmüyor?” dedi, kediyi elinden yerebırakırken..Annesinin tepki vermemesinden onu duymadığını düşündü, “yaşlandı, artık dalıp gidiyor, kim bilir, belki de babamı düşünüyordur?”.
Eylül çoktan geçmiş, kış’ı andıran bir Ekim sabahına uyanmışlardı..
Rüzgar şehrin üzerine çökmüş bulutları dağıtmak için var gücü ile çırpınıyordu, ancak, bulutlar “üzerlerindeki yağmur yükünü bırakmadan buraları terk etmeme” konusunda öylesine kararlı duruyorlardı ki, henüz başlamasa da yağmuru hissedebiliyordu insan..
Babasını kaybettiğinde 24 yaşında, ama hala bekar, üniversite mezunu, ama, işsiz, yakışıklılığı kendine elverir, ama, karşı cins ile konuşacak cesareti olmayan bir genç adam olarak orta yerde sipsivri kalıverdiğini düşünmüştü.. Üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen babasının sıcaklığını, neşesini, gürültülü kahkahasını, yürürken döşemeyi sarsan güçlü adımlarının “gümbürtüsünü” çok özlüyordu. İlk iş görüşmesine gittiğinde, babasının emekli olduğu şirketin personel müdürü, “babanı çok severdim, rahmetlinin bana çok emeği geçmiştir, Allah rahmet etsin!” demiş ve işle ilgili detayları anlatmaya başlayıp, oluşan matem havasını dağıtmayı başarmıştı.. “Dile kolay dokuz yıldır aynı iş yerine gidip geliyorum, yaş 35 oldu, emekliliğime daha bin yıl var?” diyerek usulca gülüverdi.. Sanki güldüğünü annesi görürse neden güldüğünü soracakmış da, anlatmaya üşenmiş gibi, eliyle ağzını kapatıvermişti..
Bir ara evlenmesi için baskı yapan annesinin isteğiyle, mahallelerinden, yakın çevreden, akrabaların, eşin, dostun tavsiye edip, fotoğraflarını getirdikleri gelin adaylarını incelemeye almıştı.. Kızlar çoğunlukla, orta iki’den terk, “evde kalmış” sınırında, koca memeli, koca götlü, çocuk doğurma hevesini yitirmek üzere, boyları 1.50 ile 1.60 arasına sıkışıp kalmış “ev kızları” kavramının temsilcileriydi..
“Geçen yıl bu tarihlerde, “gelin adayları”ndan biri ile çıkmışlar, mahallenin biraz dışında, bir pastane’nin kuytu köşesinde, “komşu abla”nın rehberliğiyle buluşmuşlardı.. “merhaba, ben Didem”, “memnun oldum, ben de Suphi” şeklinde başlatılan, tanışma faslı bittikten sonra komşu ablanın “benim biraz işim var, siz oturun sohbet edin, ben gelebilirsem gelirim, yoksa beklemeyin, bakın keyfinize!” diyerek uzaklaştığı, “Ayy! Biri görürde adım çıkar valla?” endişesinin her iki cümleden birinde ima edildiği bir ortamda oturmuşlardı. Kızın ürkek görünmeye çabalama gayretlerine, abulabut görüntüsünün bu gayretleri inkar eden etkisine bakınca, “bunun adı Didem değildir, kendi adını beğenmeyip, takma ad kullanıyordur. Döne, belki Durdu’dur?” diye geçirdi içinden, nedenini bilmeden.. Sürekli etrafın kontrol edildiği, bayat “profiterol” ve getirilirken yarısı tabağa dökülmüş, kalan yarısı da buz gibi olduğu için içilememiş, ağız kısmı kirli bir fincan çay eşliğinde birbirlerini “tanımak yolunda” ilk adımlarını atmaya gayret etmişlerdi..
Kızın pembe tombul yanaklarına sanki ayrıca ihtiyacı varmışçasına fazladan “allık” niyetine sürdüğü kırmızı rujun meydana getirdiği “zoraki güzelliği yansıtma gayretindeki” portre’ye bakarken, “Allah’ım! Bana bunu yapma!” dediğini kızın hissetmediğini ümit ederek, “sinema’dan hoşlanır mısınız?” sorusuna cevap aramıştı.. “Hıı! En sevdiğim artiz, hani şu Ancelina Coli’midir, nedir, o kadınla evlenen adam, hah! Biret Pit!” diye bir cevap almış, bu cevaptan kızın “sümüklü romantik aşıklar” sınıfından olduğunu düşünmüştü.. Hani, gecelerini yorganın altında “şimdi Biret’in kollarında ben olsam? Ne vardı hey allahım?” diyerek içini çeke çeke ağlayan ve “o orospu Ancelina Coli’den ne eksiğim var?” diye sorarak geçiren romantik sümüklü aşık kızlar.. Masanın üstüne koyduğu cep telefonu, “cep telefonu çılgınlığı”na hangi seviyede tutulduğunu gösteren, reklamı henüz gazete sayfalarına yeni çıkmaya başlamış bir üründü.. “Ulan bunun telefon parasına yetişemem ben?” diye bir tereddüt geçirmişti..
Kızın “abim gelirse, bizi bööle görürse?” tehdidi altında, fakat, aynı zamanda da “gelirse gelsin, bana ne? Belki yarın kocam olcan, o’nu ilgilendirmez!” havasındaki sohbetleri, “Özcan Deniz’in son kaseti, Asmalı Konak’ta ne kadar güzel rol yaptığı, Hırsız-Polis dizisindeki kızın hırsızlık yaparken nasıl hiç korkmadığı? Ay ben gece tek başıma ööle yerlere hayatta gidemem?” yorumları kadar zenginleşebilmişti.. “Televizyon kültürü olarak şifresiz kanallardan maç yayınlarını izlemenin dışında, daha çok haber-yorum programları ile kendini eğitmeye, yurt ve dünya olaylarına vakıf olmaya gayret ettiğini” bu balık etinde, ürettiği keskin ter kokusu ile karışmış deodorantın ekşi kokusu, kolunu her kaldırıp indirdiğinde masanın üstüne sis bulutu gibi çöken kızcağıza anlatmanın pratikte bir yararı olmayacağını düşünerek, sessizce dinlemeye, kafasını sallayarak, söylediklerini onaylıyormuş gibi yapmaya devam etmişti.. Sohbet devam ederken pastanenin yaşı epey bir geçkince, kabak kafalı ama, saçlarını sol kulağının üzerinden alıp, sağ kulağına kadar yapıştırmış, doğal peruklu, yorgun suratlı garsonu birkaç kez masadaki fincanlara hamle etmiş, “çayları tazelemek” talebini eski kulağı kesik mahalle kahvesi garsonu alışkanlığıyla ifade etmiş, “hiç değilse birer daha profiterol almak isteyip istemediklerini” sormuştu.. Kızın garsona olan tepkisinden ve “buralarda özellikle garsonlara nasıl davranılması gerektiğini” anlatmasından, bir an bu tür buluşmalara sıkça geldiği izlenimini edinmiş, “ulan bu ne? Bu kız bu güne kadar kaç tane aday adayı eskitmiş ki?” şeklinde bir endişe bulutunun kafasının üzerinden geçtiğini görür gibi olmuştu.
“Mahallenin delikanlılarının kendisini nasıl rahatsız ettiklerini, çıkmak için kaç kişinin teklifte bulunduğunu, ama, hiçbirini “ciddi” bulmadığı için nasıl ret ettiğini, bir erkekte neler aradığını, okusaydı “ööretmen” olmayı çok istediğini, çünkü “ööretmen”lerin nasıl üç ay tatil yaptıklarını kıskandığını” uzun uzun dinlemişti.. Daha doğrusu dinler gibi görünmek için değme tiyatroculara parmak ısırtan bir performans ile “suratına bakmıştı”..
Kızın isteri sınırlarında gezinen “erkek açlığı”nı o’nun bedeni üzerinde gidermek istediği çok belli olan bakışları altında, “hayatını, okuduğu okulu, askerden sonra nasıl zor iş bulduğunu, annesi ile olan ilişkilerini” anlatırken bir yandan da, “neden bütün bunları anlatıyorum ki? Bu kızı belki de hayatımın sonuna kadar bir daha hiç görmeyeceğim?” diye bu kadar özel’e girdiği için kendi kendine kızmıştı. Annesine, kızı annesine öneren “seyrek sakallı” komşu kadına, kızını buluşmaya gönderen, hatta hazırlanmasına yardım ettiği çok belli olan kızın annesine, özellikle kendisine ve de içlerindeki en günahsız kişi olan zavallı “Didem”e (ya da Döne’ye) aklına gelen bütün küfürleri ardı ardına sıralamıştı…
Suratındaki ifadeden bütün aklından geçenleri kızcağızın anladığını düşünerek birden çok utanmış ve bunu telafi edebilmek adına birdenbire “sinemaya gidelim mi?” demişti.. Cevabın “hayır!” olacağından o kadar emindi ki, böylece “kendini suçlu hissetmekten” kurtulacaktı.. Ancak, kızdan saatlerdir bu teklifi beklediği çok belli olan bir sevinçle “oluur?” cevabı gelince “besleyip büyütmeye çabaladığı acıma hissi” yerini “Allah belanı versin, ilk seferde neredeyse koynuma girecek haspa?” şeklinde bir kızgınlığa dönüştü.. Artık ok yaydan çıkmış, neredeyse sinema biletleri 15 gün önceden alınmışçasına “sinemaya gitmek farz olmuştu”. Hesabı ödeyip pastaneden çıkarlarken kız yine ilk başlardaki “abim görürse bizi keser?” ruh haline dönmüş, fakat, kapıdan çıkar çıkmaz vücudunu vücuduna olabildiğince yaklaştırarak “kocamla sinemaya gidiyoz, kime ne?” ifadesi takınmıştı.. En yakın sinemanın dolmuşla 30 dakika çektiğini unutmuş gibi hızlı hızlı yürümeye başlamışlardı.. Sağ yanından gelen, biraz alaycı, çoğunlukla sitemkâr ; “Ayy! Yoksa sinemaya kadar yürüycaz mı?” uyarısıyla aklı başına gelmiş, bu sefer de, “bi taksi çevirmek bile aklına gelmedi ya? Yuh olsun sana!” demişti.. “Eh! Bu yaşına kadar bir kız arkadaşı olmazsa insanın, nereye, nasıl gidilir bilmez” diye kendisine kızmış, bir o kadar da kıza acımış, buna sebep olan düşüncesizliğine nalet okumuştu.. Dönüp “özür dilerim, haklısınız, şuradan bir taksiye binelim!” derken, kızın muzip gülüşünden içine bir şeyler aktığını hissetmiş, aklından “Karı açlığı bu olsa gerek? Adamın başı fırt diye dönüveriyor? Hey Allah? Güzel mi ne? Güzelliği de kendine elverir..” diye geçirmişti..
Taksiye binerken önce kızı bindirmek nezaketini göstermiş, ama, aracın içinde yeterince ileri gitmemesi nedeniyle, neredeyse kucak kucağa oturmuşlardı.. Kızın bunu isteyerek mi, yoksa “koca kıçını” kaydıramadığı için mi yaptığını kestirememiş, ne anlam vereceğini bilemeden ve de “hemen benden faydalanmaya çalıştı?” fikri oluşmasına engel olmak adına da sağ kapının “kapı tutamağına” adeta tünemişti.. Taksi her kasise girip, zıpladığında sert kauçuk malzemeden yapılmış tutamak “kıç”ına batmış, “kaydır şu koca kıçını!” diye bağırmak isteği küçük diline kadar gelip, yutmuştu.. Sinemanın önünde taksiden kaçarcasına inmiş, uyuşup ağrıyan kalçasını ovuştura ovuştura eğilip parayı şoföre uzatmıştı.. Kalçasındaki ağrının yansıdığı suratındaki ifadeyi “ücreti beğenmediği”ne yoran taksi şoförünün “abi sen pek taksiyle gitmiyon galiba?” sorusuna cevap vermek bile istememişti..
Sinemanın içerisi, ter, ucuz deodorant, osuruk, sigara dumanı ve sıcak nefes kokuyordu.. Birbiriyle sürekli konuşan, fakat, söylediğini dinleyen olup olmadığının farkında olmayan kalabalık bir insan topluluğu, çıkardıkları uğultunun etkisiyle uyuşmuş bir şekilde, salonun boşalıp içeriye girme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlardı.. Dershaneden kaçtıkları belli olan liseli kızlar ve oğlanlar, kendileri gibi, ilk kez birlikte bir aktiviteyi paylaşma hevesindeki yeni tanışmış oldukları her hallerinden belli çiftler, ilişkilerini ilerlettikleri rahat duruşlarından, birbirlerine sarılmalarından ve bakışlarından okunan sevgililer vardı.. Haftanın bir gününü “sinema günü” ilan ederek, içerik konusunda müşkülpesent davranmadan her filme geldikleri belli olan “entelektüel” bayanlar bir köşede “altın günlerini orada kutluyorlarmış” havasında sohbet ediyorlardı.. İşsiz, işsiz olduğu gibi, “emekli babasının ve müteahhit eniştesinin verdiği mutfak parasından tırtıklayıp kendisine koltuk çıkan ablasının paralarıyla” asalak yaşamayı, utanmak için yeterli bulmadıkları suratlarından belli, 20 yaş üstü kirli sakallı erkekler fuayenin loşluğunda, kaybolmuş bir zaman dilimini geri getirmeyi asla başaramayacaklarının bilincinden çok uzak dikeliyorlardı.. Hepsinin sık sık saate bakması insanda “birazdan metro buradan geçecekmiş” hissi uyandırıyordu.. Bu düşünce aklına gelince yine avucunun içine gülüverdi.. Bu alışkanlıktan kurtulamayacaktı anlaşılan.. Kendi kendine gülüvermesini mi, yoksa gülerken eliyle ağzını kapatmasını mı garip bulduğunu bilemiyordu.. Kızın anlattığı “geçen hafta komşularının kocasından yeni boşanmış kızlarıyla geldikleri” filmi dinlemediği anlaşılmasın diye, dikkatini toplamaya ve kızın sürekli hareket eden sağ elini izlemeye gayret verdi.. Sırtındaki ceketin ağırlaşan havadan mı, yoksa iç sıkıntısının yarattığı ısı nedeniyle mi terlettiğini anlayamamış, ama, ceketi çıkarıp atmak için inanılmaz bir istek duymaya başlamıştı.. Kızın durmaksızın konuşması yüreğini daraltmış, “hey allah? Bunun bir ömür boyu susmadan konuşmasına nasıl bir adam olmalı da insan, katlanabilmeli? Olursa peygamber soyundan ancak belki?” diye geçirmişti içinden..
Salonun boşaldığı, bir önceki seansa ait çöplerin çıkarıldığı an anlaşılmış, tek kanadı açılan kapının diğer kanadının açılmasını beklemeden içeriye hamle eden kalabalık, yer gösterici çocuğu ezmek bahasına içeri doluşmuşlardı.. Çok sık sinemaya gitmemiş olmasını haklı bir sebebe bağlayabilmesini sağlayan bu manzaradan pek keyiflenmişti.. Kapıya doğru hareketlendiklerinde, kızın arkasına “koruma içgüdüsü” ile geçmiş, bir elini temas etmekten korkarak, ama, orada olduğunu belirtmek istercesine omuzuna koymuştu.. O anda, kızın sıcaktan mı, yoksa heyecandan mı kızardığı belli olmayan pembe yanaklarına oturan gülümseme, erkeğine duyduğu güvenin ifadesi gibi gelmişti.. Bundan gururlanmış, “benim de bir ilişkim olabilecek demek ki, baksana insan isterse biri ile birşeyler paylaşabiliyormuş?” diye geçirmişti içinden..
Film, romantik-komedi denilen türden, insanı sıkmayan, güldüren, hatta zaman zaman içine alıp, esas oğlanın yerine kendini, esas kızın yerine de tombul partnerini koymasına sebep olan sahnelerle geçmişti.. Her seferinde, “Ulan! Yoksa sen bu kıza alışmaya mı başladın? Hele birkaç sefer daha çıksanız, eni konu sahiplenecek misin? Vay anasına!?” diye düşünmüş, arada bir kaçamak bakışlarla kızın profilden nasıl göründüğünü incelemişti.. Belki çok güzel değildi, ama, şimdiye değin kaç güzel kız ile çıkmıştı ki? Yani, kıyaslayabileceği kız arkadaş sayısını hesaplamaya kalkıştığında ellerinin değil, sadece bir elinin parmakları bile fazla gelmişti.. Onları da “bacı-kardeş” sınıfından daha farklı bir konumda düşünmemişti..
Üniversiteye başladığı ilk yıl bir kız vardı, İstanbul’dan gelmiş, yurtta kalan ve aynı derslikte birkaç kez yan yana oturduğu.. O kızı ne kadar çok düşünmüştü; düşünülmeyecek gibi de değildi hani ya? Kuğu boynu gibi bir boynu vardı, yeşil gözlü, uzun sayılacak boyu ve kıvrımları can alan vücut hatlarıyla adamın boynunu en az iki kez arkası sıra çevirten cinsten bir kızdı.. Haspa, ne kadar güzel olduğunu bilirdi, yürürken “bunu cümle alem görsün!” edasıyla atardı adımlarını.. İkinci ayın sonunda yine kendi gibi İstanbullu bir oğlan bulmuş, ders çıkışlarında kapı önünde buluşup, sanki uzun zamandır ilk kez görüşüyorlarmış gibi birbirlerine sarılıp, kantinde el ele, göz göze otururlardı.. İlerleyen yıllarda oğlanı başka kızlarla, kızı da başka oğlanlarla aynı ahtapot sarılmış ağaç kütüğü vaziyetlerde, hem de aynı mekanlarda birbirlerine “pişti” olmalarına rağmen, görmezden gelerek otururken görmüş, “Gördün mü? İyi ki de aramızda bir şey olmamış, yoksa bu ayran gönüllü kız beni de böyle boynuzlardı?” diyerek teselli etmişti kendisini..
Yanındaki zavallı kıza bakarken o kızı düşündüğü için kendini biraz suçlu hissetmişti.. “şimdi şunun ellerini tutup, “benimle evlenir misin?” desem, ne der acep?” diye aklından geçirdi.. Tam o sırada perdeye dalmış, filmi yaşayan kızcağız, göz pınarlarına hücum etmiş yaşları saklama ihtiyacı hissetmeden yüzüne bakıp, “ne kadar romantik adam di mi?” diyerek nerede olduklarını hatırlattı.. Esas oğlan, esas kıza loş ışıklarla çevrilmiş bir masada, şampanya kadehinin içinden çıkan tek taş pırlanta yüzükle evlenme teklif ediyordu.. “Hah! Sen sinema salonunun karanlığından istifade, yangından mal kaçırır gibi teklif etmeyi düşün, elin oğlu şampanya açıp, kristal kadehte sunsun tek taşı! Hele ayı! Bunun üstüne bir müddet aklından bile geçirme evlilik filan!” diye gülümsedi, yüzünü siler gibi yapıp, avucunu ağzına kapayarak..
Film bitip, sinema boşalırken yine içgüdüsel koruma endişesiyle kızı arkalayıp, çevreden gelebilecek el ve vücut temaslarından uzak tutmaya gayretle dışarı çıktılar.. Gündüzün serin fakat aydınlık havası, akşamın karanlığında daha bir soğuk hale dönmüş, karanlık denmese de, insanı kaygılandıran, loş ve rutubetli bir atmosferle karşılaşmışlardı.. Kalabalık içinden kendilerine bir yol bulmaya gayret ederlerken, bir ara kızın elini tutmak için hamle yapmış, kız da hiç ummadığı bir refleksle, hatta sığınmak istercesine acele ile elini tutmasına izin vermişti.. Kaldırım kenarına ulaşabildiklerinde, elini bırakmak istemiş, parmaklarını gevşetmiş, oysa kızın parmaklarının ıslak sıcaklığının yarattığı heyecanla bundan çabucak vazgeçmişti.. “Hele gavur! Hem kıza bok atarsın “ilk günden koynuma mı girecek?” diye, hem de elini yakalayıp bırakmazsın! Erkek milleti değil misiniz, en iyiniz babam, onu da anamla yakaladım!” diye aklından geçirmişti..
Gerçi, kızın da elini bırakmaya niyetinin olmadığı belliydi, oldukça heyecanlanmış, kalbinin gümbürtüsünün duyulmasından korkarcasına yüksek sesle “filmi ne kadar beğendiğini, “Biret Pit’’in çok iyi rol yaptığını, ama, o “Anjelina Coli”nin midir, nedir? Kadının o role de, “Bret Pit”e de hiç yakışmadığını” kırk yıllık sinema eleştirmeni gibi, ama, “kıskanç bir genç kız” telaşıyla anlatmaya başlamıştı.. “Ulan! Ne bu? Karıya bak? Biret aşağı, Pit yukarı! Onunla geleydin orospu!?” İçinden geçenleri söylemişçesine sert bir tavırla elini bırakmıştı kızın.. O dakikada kız da söylediklerinin nereye gittiğini anlamış gibi, mahcup, biraz utangaç ve çokça cilveli, “beni sinemaya getirdiğiniz için teşekkür ederim, çok güzel bir gün geçirdim sayenizde!” diyerek konuyu değiştirmiş ve bırakılan elini tekrar tutması için bir müddet çekmemişti..
Hafif bir yağmur başlamış, kaldırımların ıslaklığı insanın içini üşüten bir duygu uyandırmaktaydı.. Bu sefer kızın hatırlatmasını beklemeden bir taksi’ye el etmişti.. Gelirken yaşadığı sıkıntıları hatırlayarak, kızı sağ kapıdan bindirip, kendisi diğer kapıya hamle yapmıştı.. Oysa, aynı duygularla olsa gerek, kız da arabanın içinde kaymakta ve o’na yer açmaya gayret etmekteydi.. Trafiği kontrol ederek sol kapıyı açtığında kızın “deodorantlı ter” kokusu burnunun direğini sızlatmıştı.. Kızın suratındaki aptal ama bir o kadar da saf gülümseme, kokunun sıcak ekşiliğini hafifletmese de, adamın yüreğini gevşetiverdi.. “Tamam, ben öbür taraftan binerim!” dedi, kapıyı hızlıca kapatırken ki, kız yeniden kaymaya çabalamasın…
Pastanenin önünde taksiden inip, kaldırımda öylece kalakalmışlardı.. Nasıl ayrılmaları gerektiğini düşünmüştü bir an.. “Sizi evinize bırakayım?” demek doğru olur muydu? Hani, “ağabeyim görürse!” endişesi vardı ya? Neyse ki kızın “ben buradan gideyim, zati evimiz hemen arka sokakta!” diye konuyu çözüme kavuşturan önerisi imdada yetişmişti.. Elini uzatıp, üstünden kalkan yükün rahatlığını hissettiren bir ses tonuyla, “tanıştıklarına memnun olduğunu, isterse kızın ona telefon edebileceğini ve telefon numarasını” söylediğini hatırlıyordu.. Kendince bir “centilmenlik” yapıp, “onun kızı arayıp, rahatsız etmesinin ayıp olacağını, bu nedenle kızın ona telefon numarasını vermemesinin” uygun olacağını düşünmüştü.. Kız da “çok güzel bir gün geçirdiğini, tekrar teşekkür ettiğini ve görüşmelerinin sakıncası olmadığını, arayacağını” söylemişti..
Eve döndüğünde, annesinin seyrek sakallı komşu kadınla çay içip, ev yapımı kurabiyeler yiyerek, kendisini beklediklerini gördü.. Gerçi ikisi de “o değilden” gibi davranıp, ama öte yandan, her şeyi anlatmasını bekleyen gözlerle süzmüşlerdi.. “Biraz oturduk, sonra sinemaya gittik, film güzeldi” gibi karşı tarafın en son duymak istedikleri bilgileri aktarmaya başladığında içine bir bezginliğin çöktüğünü hissetti.. Sanki “hoş kız, yine buluşacağız” dese, yarın gelinlik siparişi vermeye gidecekler gibiydi hava.. Dehşetle ürperdi, buna henüz hazır değildi.. Herhangi bir soru sormalarına fırsat bırakmadan odasına geçip, bir yandan üstündekileri çıkarırken, bir yandan da bilgisayarını açtı.. Hem kıyafetlerini değiştirip, hem de sanal alemin sonsuzluğuna dalıp, yaşadığı öğleden sonrayı unutmak istemişti.. Kendinden endişesi mi vardı yoksa? İlk kez bir kız ile “çıkmış”, bunun yarattığı ruh halinin, gerilimin yorgunluğundan sağlıklı düşünemeyip, “gelecek yaşamını ipotek altına aldığı” endişesine mi kapılmıştı? Kafasını kurcalayan bu gereksiz fikirlerden bir an önce kurtulmak için internet’e girmişti..”
“-Nereden aklıma geldi şimdi o kız, bir sene sonra?” diye iç geçirdi.. Annesi çay getirmişti usulca kapıyı açıp.. Anacığının yaşlanmış, yaşlılıktan, daha doğrusu yılların verdiği yorgunluktan bükülmüş beline, buruşmuş ellerinde titreyen çay fincanına bakınca gelecekte kendini nelerin beklediğini hissetti bir anda..
“-yaşlılıkta yalnızlık çok zor olsa gerek? Bunun tek yolu evlenmek mi yoksa?” diye düşündü.. Karar vermek o kadar kolay değildi ama, evet, bir hayatı vardı ve onu yeni baştan kurması için çok fazla zaman kalmamıştı.. Çayından derin bir yudum alıp, pencereden dışarı baktı.. Anacığına gülümsedi, yaşlı kadının gözlerinde beliren ışıktan onun olup biteni anladığını sandı, ve ağzını kapadı eliyle, güldüğünü görmesin anacığı diye..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder